Cevap: Hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı, namaz için Hanefi mezhebinde avrettir, örtülmesi gerekir. Ellerin üstü avret değildir diyen kıymetli kitaplar çoktur. Bunlara göre, kadınların bileklerine kadar ellerinin üstü açık kılmaları caiz olur. Fakat, kitapların hepsine uymuş olmak için, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu namazlık veya geniş başörtüsü ile elleri örtülü olarak kılmaları, daha iyi olur. Kadınların ayakları namazda avret değildir diyen varsa da, bu âlimler de, namazda örtmesi sünnet, açması mekruhtur dedi. Sarkan saçın da, ayak gibi olduğu Kâdîhân'da yazılıdır.
Erkeğin veya kadının avret uzuvlarından herhangi birinin dörtte biri, bir rükün açık kalırsa, namaz bozulur. Azı açılırsa bozulmaz, namazı mekruh olur. Mesela, ayağının dörtte biri açık olan kadının namazı sahih olmaz. Kendisi açarsa hemen bozulur. Umdet-ül-islâm'da deniyor ki:
"Kadının topuk kemiği veya bileği yahut boynu veya saçı açık olarak kıldığı namazı sahih olmaz. İnce olup içindeki uzvun şekli veya rengi görünen kumaş, yok demektir."
Şâfii mezhebinde kadının iki elinden ve yüzünden başka her yeri her zaman avrettir. El-fıkh-u-alel-mezâhibil-erbe'
"Erkeklerin ve kadınların namazda örtmeleri farz olan ve erkeklerin erkeklere ve kadınlara ve kadınların mahremlerine göstermeleri haram olan yerleri, dört mezhepte aynı değildir. Fakat, kadınların yüzlerinden ve avuç içlerinden ve dışlarından başka yerlerini yabancı erkeklere ve Müslüman olmayan kadınlara göstermeleri ve bunların bakmaları üç mezhepte de haramdır. Ancak, Şafiide, fitneye sebep olacağı zaman, yüzü ve elleri de, yabancı erkekler arasında avret olur."
***
Sual: Kıble, Kâbe binasının kendisi midir, namaz kılarken mutlaka bu binaya doğru mu durulacaktır?
Cevap: Kıble, Kâbe'nin binası değil, arsasıdır. Yani yerden Arş'a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için kuyu, deniz dibinde, yüksek dağların tepesinde, uçakta, bu yöne doğru namaz kılınabilir. Hacı olmak için de, Kâbe'nin binasına değil, o arsaya gidilir, başka yerlere giden, hacı olamaz.
***
Sual: Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara iman ve hidayet geldiği halde bazılarının bunlara düşmanlığı nereden geliyor?
Cevap: Bugün memleketimizde ve bütün dünyada bir Mürşid-i kâmil, bir Ârif-i mükemmil bulunduğunu bilmiyoruz. Evet, (Kutb-i medâr) her zaman bulunur. Şimdi de vardır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" zamanında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fakat, bunlara inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hatta, bazen, kendileri bile kendilerini bilmez.
(Kutb-i irşâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüşd ve iman, bunun vâsıtası ile gelir. İslâmiyeti korur. Din-i İslâm başı boş kalmaz. Din düşmanları pervasızca, dini yıkmağa, değiştirmeğe saldıramaz. İmâm-ı Rabbânî "kaddesallahü sirrehül'azîz", (Me'ârif-i ledünniyye) kitabında, otuzbeşinci marifette buyuruyor ki: (Kutb-i ebdâl) [yani Kutb-i medâr] âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâd ise, âlemin irşâdı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur.
Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. İman sâhibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Her zamanda, her asırda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz. Çünkü, âlem bununla nizâm bulmaktadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir. Fakat, Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", o zamanın Kutb-i irşâdı idi. O zamanın Kutb-i ebdâli de, Ömer "radıyallahü anh" ve Veysel-Karnî "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" idi. Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Tam İlmihal s. 909)